Kültür Sanat Edebiyat Tarih Dergisi
Aksaray'ın Hafızası
Kültür Sanat Edebiyat Tarih Dergisi
Hoşgeldiniz...
MAYIS 2025 CİLT 4 - 34.SAYI
Editörden...
ŞABAN KUMCU

BİR GÖNÜL ADAMI NEZİH UZEL
Medeniyetimizin kültür ve sanat iklimini doyasıya solumuş bir isim. Bir mutasavvıf aydın, yazar, çevirmen, kudümzen, bendirzen, hanende, ayinhan, musiki hocası, koro şefi ve organizatörlüğünün yanında daha birçok yeteneğe sahip olan mütevazı bir insan, bir Mevlevi, bir derviş…
“Eflatun’a göre ülkeler “erdem”le ayakta durur. “Cite Model” kavramında her şeyin üzerinde yer alan “erdem” vardır. Farabi’de buna “el medinet ül fazıla” erdemli insanlar şehri der. İstanbul altı asır boyunca kuşkusuz erdemli insanlar şehriydi. O şehrin insanları, edebiyat, şiir, musiki bilirlerdi. Tarih ve kamu bilincine sahip kişilerdi. İnsanoğlunun bugüne kadar üretip biriktirdiği tüm erdemleri kucaklar, bunlarla heyecanlanır ve öylesine yaşarlardı. Böyle değerli şahsiyetler dünyamızdan çekip gittiler. Ancak ben onların hasretine dayanamadım. Onları hep aradım. Aradığım onların yüksek halleriydi. Bir çölde kızgın güneşin altında düşe kalka yürür olduk. Ne önümüz ne arkamız ne ufkumuz ne hedefimiz ne pusulamız ne çarkımız belli. Bıraktığımız izleri, rüzgâr, kısa zamanda siliyor…”
İşte 75 Yıl …
“İnsan vardır gelsin diye beklenir, insan vardır gitsin diye beklenir. Gelişi beklenen, yolu gözlenen insanlardan olmalı. Huzur veren, girdiği ortama şenlik getiren, güven sağlayan, problem çözen insan olmalı. 1938 yılında Bursa-Mudanya’da tren kumpanyasının doktoru Mehmet Muhlis Uzel’in üçüncü çocuğu olarak doğdum. 1938-1946 Alman savaşı yılları ilk çocukluk çağımdır. Savaşın içinde doğmuşum. Bu dönemin sonunu kalın kara perdelerle örtülü evlerde, üzerine mavi kağıtlar sarılmış cılız ışıklı ampullerle hatırlarım. Ekmek karneyle veriliyordu. Şeker yoktu. Savaş bittikten sonra İstanbul’a taşındık. Babam emekli olmuştu. Üsküdar’da bakırcı Mıgırdıç’tan, yirmi iki bin liraya bir ev satın alarak yerleştik.
Üsküdar’da evin üzeri terastı. Yukarıdan tüm İstanbul manzarası görünüyordu. Sonradan Özbekler Dergâhı olduğunu öğrendiğim bir grup selvi ağacının bulunduğu bir yere bazen gözüm takılır, o sırada nedense içimde bir sıcaklık duyardım. “Orada bir şeyler olduğunu” hissediyordum. Çok geçmeden o yerin yolunu buldum. Beş yıl sonra orada Hafız Nafiz Efendi’yi, Şeyh Necmeddin Özbekkanga’yı, Hafız Cevdet Soydanses’i, Arusi şeyhi Aziz Çınar’ı, Celveti-Bektaşi şeyhi Yusuf Fahir Ataer’i, Kadiri Şeyhi Misbah Erkmenkul’u, Rufai şeyhi Muhittin Ensari’yi, Küçük Hüseyin Efendi halifelerinden hocam Cahit Gözkan ve Hulusi Gökmenli’yi tanıdım.
Neyzenbaşı Halil Can Bey’i , neyzenler; Kütahyalı Ahmet Yakuboğlu, Niyazi Sayın, Ulvi Erguner, Andaç Abraş, Hayri Tümer’i tanıdım. Sonra her şey birbirine eklendi. İstanbul’un tüm sanat, tarikat ve tasavvuf cephesini tanıdım. Prof. Süheyl Ünver, hattatlar Necmeddin Hoca, Halil Özyazıcı, Hamit Aytaç, Bekir Pekten gibi kişilerle dostluk kurdum. Mevleviler erkanından Sadettin Heper, Şakir Çetiner, Osman Dede, Ahmet Bican Kasapoğlu, Selman Tüzün, Gavsi ve Resuhi Baykara’lar, Enver Turunç, Çelebi Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna torunu Celaleddin Çelebi’yi tanıdım.
Müzik dünyasında, Münir Nureddin Selçuk, Rıza Rit, Recep Birgit, Kemal Gürses, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses’i tanıdım. 1961’de başladığım profesyonel gazetecilik hayatımda , beni mesleğe alan, köşe yazarı üstadım Ref’i Cevad Ulunay’ı, tiyatro yazarı Haldun Dormen’i, tarihçiler Reşat Ekrem Koçu ve Feridun Fazıl Tülbentçi’yi tanıdım. Yurt dışında Mesnevi mütercimi Madam Eva ede Vitray Meyerovich, Michel Random, Reymond Cartier, Mme, Carrere d’Encausse, Roger Garaudy isimli yazarlarla tanıştım. Kitaplarını Türkçe’ye tercüme ettim.
Elli yılda seksen bin resim çektim. Türk-İslam kültürüyle ilgili telif tercüme yirmi yedi kitabım yayımlandı. Elli yıl gazetecilik yaptım. 1966’da Ankara’da Parlamento Dış İşleri Bakanlığı ve Meclis muhabiriydim. Bir gazete iki derginin yazı işleri müdürü oldum. TRT İstanbul Radyosu, Türk Sanat Müziği kadrosunda otuz dört yıl çalıştım. Yurt içinde ve yurt dışında yirmi iki albümüm yayınlandı. Neyzen Kudsi Erguner’le birlikte dünyanın en prestijli salonlarında altmışa yakın konser düzenledik.
İstanbul’da Galata Mevlevihanesi’nde kurduğumuz, “İstanbul Sema Grubu” yirmi yıldan fazla faaliyet gösterdi. Otuza yakın semazen yetiştirdi. Kütahya, Üsküdar ve Kahire Mevlevihanelerini hizmete açtı. 75. Yılımı kutlayan tüm dostlarıma sonsuz şükranlarımı ve minnet duygularımı sunarım, sağ olsunlar. Esenlik ve mutluluklarını isterim. Biz gideriz yerimize başka insanlar gelir. Yeryüzünde Allah’ın kulları hiç eksik olmazlar. “İla yevm ül ahira” yaşar giderler. Hep buluşurlar hep buluşurlar. Hep buluşuruz. Hep buluşuruz Gelip gitsek de hep buluşuruz. Kalın sağlıcakla…”
Bir “gönül adamı” olan Nezih Uzel Bey, en mütevazı kelimeleri seçerek, kendini, işte böyle anlatmıştır. Tıp doktoru bir babanın oğlu olması, Galatasaray Lisesi’ni bitirmesi, Fransızca yanında birkaç yabancı dil daha bilmesi, okumaya, araştırmaya, gezmeye ve incelemeye merakı onun hayatını şekillendirmiştir. Daha ortaokul ve lise çağlarında şiire, edebiyata, özellikle tasavvuf edebiyatına olan ilgisi ve sevgisi hocaları tarafından keşfedilişmiş, bu muhabbet onu daha lise yıllarında, irfan, ilim ve marifet aşkıyla, Hz. Mevlana’nın izinde Konya yollarına düşürmüştür.
Edebiyatta ve sanatta iz bırakan yazarlarımızı anlatırken; onların yazılarından, eserlerinden örnekler verip, yaşadıklarını, hissettiklerini, düşündüklerini, sanata ve edebiyata dair manifestolarını, kendi dillerinden, kendi kalemlerinden okuyucuya aktarmak, sanatçılarımızın daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır. Bir düşünce adamını, şairi, edebiyatçıyı, ilim, irfan sahibi bir değeri, bir müzisyeni bir mutasavvıfı kendisinden daha iyi kim anlatabilir? Bize düşen, bu önemli şahsiyetlerin yazılarını, eserlerini, hayata dair verdikleri mesajları olduğu gibi vermek, onların hakkıyla tanınmasını sağlamaktır.
Nezih Uzel Bey’le seksenli yıllarda, konserler vermek için Paris’e geldiğinde tanışmıştım. Onun sohbeti, muhabbeti, esprileri, keskin zekâsı ve derviş tabiatı, etrafındaki herkesi etkiliyordu. Edebiyata, tarihe ve tasavvufa dair sohbetleri çok verimli ve bereketliydi. Zaman zaman Üsküdar’da evine de misafir oldum. Artan, eksilmeyen, cömert sofrasında sevenleriyle birlikte ağırlandık. Birlikte içilen demli çaylar eşliğinde ilahiler söyledik. Tatlı dilli, güler yüzlüydü. Hoş sohbetiyle, insana verdiği değerle, tarihimize dair tahlilleriyle ve samimi inancıyla, hafızamızda ve ruhumuzda derin izler bırakmıştır. Mekânı cennet olsun.
“Ex Orıente Lux (Işık doğudan Yükselir) Nezih Uzel” isimli internet sitesinde, Nezih Bey, 2003 yılından, 2012 yılına kadar olan yazılarını bir araya toplamış, sınıflandırmış, konu başlıklarına göre ayırıp, okuyucuların beğenisine sunmuş. Talebeleri ve sevenleri de bu siteye sahip çıkmışlar. Uzun gazetecilik hayatında çeşitli dergi ve gazetelerde araştırma, inceleme ve köşe yazıları yazmış olan Nezih Uzel’in çok daha geniş bir yazı arşivi olduğunu biliyoruz. Dergimizde aralıklarla onun yazılarından örnekler sunacağız. “Ex Orıente Lux” sitesinde yazdığı, dönemine ışık tutan, derslerle dolu iki hatıra yazısını okuyucularımızla paylaşmak istiyorum.
Herkes Konya’ya Gitti.
“1956 yılının başında Galatasaray Lisesi’nde son sınıftaydım. Rahmetli tarih hocamız, değerli insan Halit Sarıkaya bir gün derste bana; “herkes Konya’ya gitti sen daha buralarda ne duruyorsun dedi? “Benim Türk müziğine merakım o sırada okulda duyulmuştu. Gençler dersanelerde, koridorlarda İngilizce “you are always in my hard” şarkısını söylüyorlardı. Bazıları İspanyolca, “ya viyen el negro zumbon” u, bazıları da o sırada pek meşhur olan, “Yves Montand”ın şarkılarını söylüyorlardı. Bende Münir Nurettin Selçuk’un peşine düşmüştüm. Halit Sarıkaya Konya’yı ihtifali bana bu ortamda hatırlatmıştı. Aklım fikrim karıştı. Acaba diyordum böyle bir şey olabilir mi? Derhal Müdür Macit Saner’in yanına gittim.
-İzin istiyorum…Konya’ya Mevlana’ya gideceğim…
”-Edebiyat hocan razı olursa gönderirim” dedi.
Hiç inanmıyordum ama edebiyat hocamız Zahir Güvemli, bu konulara fazla ilgi duymasına rağmen, önüne bir kâğıt çekti ve okul müdürüne hitaben şunları yazdı:
-Nezih Uzel, tasavvufa meraklıdır. Yunus Emre ve Mevlana’yı okur…Konya’ya gitmesi gerekir.
Sonunda izin alındı ve ben bir akşamüstü Haydarpaşa Garı’ndan Konya’ya hareket eden posta trenine bindim. Yoğun karla kaplı ovalarda bütün gece yol alan kara tren, güneşin ilk ışıklarıyla Konya ovasına girmişti. Aydınlığın kızıl okları, karanlığın bağrını delerken, eski baharlı kara tren dumanlarını saçarak, Akşehir ve Ilgın arasını geçmeye çalışıyordu. Yirmi iki saattir yollardaydık. O çağda henüz motorlu “Fiat” trenleri servise konmamıştı.
Konya’ya posta treniyle gidiliyordu. Meram ve Toros expresleri de vardı ama, param yetişmemiş olacak ki posta katarına binmiştim. Konya Garı’nda trenden inen yolcuları korkunç bir Orta Anadolu soğuğu karşılıyordu. Buharla ısıtılan vagonların sağlıksız sıcağından birden Konya’nın kuru soğuğuna çıkanlar şaşkındılar. Dirilip canlanmışlardı. Uzaktan bakan bir üniformalı yanıma yaklaştı. Hayret! Bu şehirde beni tanıyan yoktu, bu kimdi? Adam gülerek:
-Hoş geldiniz, dedi…
Ben belediye görevlisiyim, Konya’da tanıdığınız yoksa sizi bir otele götüreceğim…
Konya’da Cumhuriyet döneminde “Mevlâna İhtifali” adı altında Hz. Mevlana’nın vefat yıldönümü olan 17 aralık tarihinde, her yıl semalı, musikili Mevlâna anma toplantıları yapma geleneği başlayalı henüz üç yıl olmuştu. Ülkede fazla kimsenin bu işten haberi yoktu. Gelen gidenin azlığından Konya Belediyesi misafirlerini tren garında karşılıyordu. Çavuş önde ben arkada yola çıktık. Garın önünde iki atlı paytonlar bekliyordu. Onlardan birine bindik ve şehre doğru yol aldık.
Her taraf buz tutmuştu. Soğuk insanın yüzünden giriyor, ciğerlerine kadar işliyordu. Sokaklarda dolaşan tek tük insanlar aceleyle evlerine, iş yerlerine veya bir yerlere sığınmaya çalışıyorlardı. Ben soğuğu İstanbul’da da görmüştüm ama bu başkaydı. Konya’ya ilk defa iki ay önce gelmiştim. O zaman hava güzeldi. Çamur yığınlarını, buz kalıplarını zorlukla aşan payton bir yerlere geldi. Alaaddin Oteli. Çavuş, geldik dedi. Arabadan indik, çantalar, bavullar takış tukuş, koca bir salona girdik. Ortada yüksek bir soba gürül gürül yanıyordu, etrafında insanlar.
-Hoş geldiniz, kimsiniz dediler?
-İstanbul’dan, dedim.
Herkes yüzüme baktı kaldı, gerçekten bu havada, tek başına bu kadar yolu aşıp buralara gelebilen 17 yaşında bir çocuk, insanların ilgisini çekiyordu. Ben de “neden garipsiyorlar” diye insanlara hayret ediyordum. Aradan yarım asır geçti, ben hala o yıl, beni Konya’da görüp de hayret edenleri merak eder dururum. Onlara göre ben, Güney Kutbu’nu keşfeden Amudsen gibiydim. O akşam, yarı üşüyüp, yarı ısınarak Alaaddin Oteli’nde kaldık.
Gece yatağa girdiğimde gözüm takıldı, duvardaki bir yarıktan sokak görünüyordu. Orada birkaç gün kaldım. Ertesi günü sanırım salıydı, sıkıca giyinip sokağa fırladım. İstanbul’dan yola çıkarken, Konya’nın soğuktan yana şöhretini bilen ve bana izin vermekte epey zorlanan rahmetli anam, kalın yün kazaklar, yün çoraplar, atkı, kaşkol, takke evde ne bulduysa çantalarıma sıkıştırmış beni yola öyle çıkarmıştı.
Şehri tanımıyordum, gidip otellerde İstanbul’dan gelen heyetleri ve özellikle “Neyzen Ulvi Erguner’i” arayacaktım. Rahmetli Ulvi Erguner o yıllarda yüzbaşı veya binbaşı rütbesiyle İstanbul’da Harbiye binasında görevliydi. Oturduğu odada birkaç masa daha vardı. O masalardan biri de o sıralarda askerlik görevini yapmakta olan ağabeyim Sabih Uzel’e aitti. Ben ağabeyimi sık sık ziyarete giderken Ulvi Erguner’i tanımıştım. Erguner, Niyazi Sayın ve Selami Bertuğ, o zaman ülkenin en çok tanınan üç neyzeniydi. Bertuğ, içlerinden en yaşlı olanıydı. Ulvi Erguner, yeni zamanlarda ney sazının unutulduğu yerden çıkararak Türkiye’ye tanıtan, Dede Süleyman Erguner’in büyük oğluydu. Harbiyede okumuş, levazım subayı olarak orduya katılmıştı. Tanbur çalan bir de kardeşi vardı. O sırada tek parti iktidarının yasaklı devirlerinden çıkan ülke, ney’i bu aileden öğrendi. Dinledi, sevdi. Yeniden gündeme koydu.
Madam Dumesnil’in Hediyeleri
Madam Dumesnil bir Amerikalıydı. Önceden Avrupalıymış, sonradan Amerikalı olmuş. Yarım yüzyıl önce Avrupa’yı Hitler ordularından kurtarmak için denizin ötesinden gelen askerlerden biriyle evlenmiş. Savaş sonrasında “Texas’a yerleşmişler. Kocası zenginmiş, Meksika Körfezi’nde petrol kuyuları var derlerdi. Ölünce kuyular madama kalmış. Ben Madam Dumesnil’i 1976 yılında Konya’da tanıdım.
Mevlâna anma törenlerine gelmişti. O yıllarda çevrede fazla İngilizce konuşan olmadığı için beni tanıştırdılar. İlginç bir kadındı. Mükemmel bir Avrupalıydı. Derin kültürü vardı. Adeta bir Latin-Anglo-Sakson karışımıydı. Latinlerin ağırlığıyla yeni dünya insanının yüzeysel hatlarını taşıyordu. Biraz yadırgamıştım. Ancak Latin dünyasının değerlerine bağlılığı beni yürekten yakalamıştı.
Madam Dumesnil, Konya’dan çok etkilenmişti. O da birkaç yıl önce buralara gelerek bu işlere saldıran, Sorbonne mezunu Bergson’un öğrencisi Madam Ninon Talon Karlweiss gibi Mevlâna dostuydu. Hazretin adı anılırken renkten renge giriyor, gözleri alıyor, sesi titriyor, sanki Pir’i karşısında görüyor ve önünde diz çöküyordu. Bu yaşlı ecnebi hanımlara Mevlâna denince bir şeyler oluyor. Hz. Pir’e bir başka yönden bakıyorlar. Rabbim niyetlerini kabul etsin.
Mevlevilerin 1978 Amerika seyahati dolu dolu ve faydalı geçiyordu. Bir misyon üstlenmiş ve onu yerine getirmeye koyulmuştuk. Gündüz programlar yapılıyor, geceleri sabahlara kadar peşimizden ayrılmayan Amerikan İnayet Han Sufileriyle, sohbetler ediyor, bazen de esma sürüyorduk. Bir sabah yöneticilerimiz bir haber uçurdular. Madam Dumesnil, yapılan işlerden fevkalade memnun kalmış ve her türlü masraflarını karşıladığı heyetin saygıdeğer üyelerine ayrıca birer hediye almaya karar vermiş. Hediyelerin alınacağı bildirilen günde, sabah otobüse dolduk, yola çıktık. Bir süre sonra koca bir giyim mağazasının önünde durduk. İnin aşağı dediler. Hepimiz indik.
Mağazanın giriş kapısının önünde organizasyondan bir yetkilinin şunları söylediği duyuldu. Madam Dumesnil, kişi başı yirmi dolarlık alışveriş yapmanızı rica ediyor. Alacağınız hediye yirmi doları geçerse cebinizden ödeyeceksiniz. Buyurun içeriye yarım saatiniz var. Birer ikişer mağazaya girdik. Efendiler reyonlar arasında dağıldılar.
Burası Texas stili giyim ve kullanım eşyaları satan devasa bir yerdi. Kovboy şapkaları, yelekler, kemerler, meşin pantolonlar, damalı oduncu gömlekleri, koşum takımları, at eşyası, çeşitli marka viski şişeleri, tencere, tava, uyku tulumu, tabanca, bıçak, silah ve mühimmat… Çeşidin bolluğu inanılır gibi değil. Ancak hakkımız bunların içinden sadece yirmi dolarlık mal, isteyene kemer, isteyene gömlek, isteyene şapka, kim ne isterse alsın, 20 doları madamdan gerisi cepten.
Herkes bir şeyler aldı takındı, kimisi paraya kıyıp poşetlere gömüldü. Bende bir şapka, iki de gömlek aldım. Kırk beş dolar tuttu, üstünü ödedim. Mevleviler birer kovboy olup mağazadan çıktı. Tekrar kaldığımız ikişer katlı Texas villalarına döndük. Otobüste gelirken herkes, aldığını yanındakine gösteriyordu. Neşeli birgün geçirmiştik. Gece sema oldu. Sonra eve sohbete sıra gelince, yolda aklıma takılan bir hesabı Madam Dumesnil’e sordum.
Madam dedim; “”bizi Amerika’ya getirmek için kişi başına iki bin dolar harcadınız ama bugün bize yirmişer dolarlık hediye aldınız. Anladığım kadarıyla siz bu iki bin doları yaptığımız işe verdiniz. Bize ise yirmi dolar uygun gördünüz. Yirmi doları düşersek bizim işimiz için biçilen değer bin dokuz yüz seksen dolarlık bir işi, yirmi dolarlık bir ademoğluna neden yaptırıyorsunuz?
Madam Dumesnil güldü. Yıllarca aklımdan çıkmayan şu cümleyi söyledi. “Burası Amerika. Burada parayı insana değil, yaptığı işe verirler…” Bu cümle Amerika’nın dünyaya bakış açısının özüydü. Bugün de bu bakış, Anglo-Sakson dünyasının silahıyla parasıyla, vahşi tutumlarıyla, iki yüz elli yıldır egemen olduğu yeryüzünün her bölgesinde tüm şaşasıyla (gösterişli yıkımlarıyla, zulümleriyle) devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin çağa vurduğu damga budur.
Veda Gazeli
Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler
Son meclisi cam üstüne cam olsun erenler
Şükranla veda ettiğimiz cam-ı fenaya
Son pendimiz ahlafa devam olsun erenler
Dünyada bu iksir ile mes’ud olan ervah
Ukbada da sermest-i müdam olsun erenler
Caizse harabat-ı ilahide de her şeb
Yaran yine rindan-ı kiram olsun erenler
Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbaba selam olsun erenler.
Yahya Kemal Beyatlı
Kaynakça; Mustafa Uzun Nezih Uzel, Modern bir Derviş, bir derviş-i asfer-riş, Dergâh Dergisi, Ekim 2017, Divan Makam, Hatırla Mazi-i Mesudu.